SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ/AHMET HAMDİ TANPINAR

Öncelikle acaba bu yazıyı yazsam mı, yazmasam mı? sorunsalı içerisinde uzun süre kendimi sorgulamakla uğraşırken en sonunda, insanların benimle her zaman aynı paralelde düşünmesinin yada tam tersi bir durumun hiç bir zaman söz konusu olamayacağı kanısına vardım. Hem zaten tenkitler ve teşvikler olmadığı sürece yaşadığınızın ve yaptığınızın bir kıymet-i harbiyesi tartışılır bir vaziyet alır ve asıl sorunumuz da bu galiba.  Şöyle ki; duygu ve düşüncelerimizin ifadelerle aktarılmasında yaşadığımız sıkıntı, başta kendi benliğimizi ifadede, vaziyet-i umumide de toplumun ızdırab veren çelişkiler içerisinde, melankolik acıların ortasında yalnızlaşmasına neden olmaktadır. Bu ise gerek bireyin ve gerekse de toplumun, 'bütün' olmayan ve tarif edilemez kavramlarda kaybolarak içten içe hem geleneksel değer yargıları hem de modern yaşam üslubundan uzaklaşarak arafta kalmasına neden olmaktadır. 
          
Kitabı 12,04,2015 tarihinde bitirmeme rağmen uzunca bir süre beynimi meşgul etmesinin altında yatan gerçek, belki de yalnızlığın bana sunmuş olduğu düşünce sürecinden, zihnimdekileri daha net tarif edebilecek ifadelerle karlı çıkabilme umududur. Çünkü o zaman insan bireysel olarak yaşadığı zaman ve mekanla bütünleşerek kendi duyu, his ve düşünüşüyle bir manada hem ruh ve hem de beden olarak varlığını sunma fırsatını buluyor. Neticede öz benliğine yaptığı bu yolculuk insanın kendisini keşfetmesine, geçmişinden (deneyimlerinden) gelenlerle geleceğini inşa etme fırsatına erişmesine vesile oluyor.

Kitabı ilk elime aldığımda bir Tanpınar efsanesini okumanın tedirginliğini üzerimde taşıyordum. Çünkü toplumun kutsallaştırdığı ya da size dayattığı bazı insanları anlamama gibi bir lüksünüz olmuyor ve eleştiri (olumsuz anlamda) kapısı ardına kadar kapalı olarak okumak zorunda kalıyorsunuz. Ne var ki Tanpınar hakkında edebiyatçı arkadaşlardan duyduğum "kapalı üslup, anlaşılması zor, simgesel ifadeler insanı yoruyor" gibi ifadeler beni korkutsa da, Tanpınar'ın tanışılması gereken ve günler süren düşünce ikliminde uzunca yol arkadaşlığı yapılabilecek bir insan olduğunu görmek bana huzur veridi. 

Biraz önce ifade etiğim efsanevi "mit"leştirmenin verdiği çekinceler yüzünden kitabı itina ile okumaya başladığımda, romanda hem bugüne dair kendime ve çevreme hem de yazıldığı döneme dair pek çok ince detaylarla örülü "la zaman-ü mekan" ruh olduğunu keşfettim. Bu duyuş ve düşünce tipi, olaylar ve insanlar üzerinden düşünenler de değil, olaylar ve insanların ruhu üzerinde düşünen insanların sahip olduğu bir meziyet olması, romanın niye simgelerle örülü olduğunu ve olması gerekenin de bu olduğunu bize açıklar zannedersem. Çünkü yaşadığımız çevreyi ve olayları veya geçmişi anlatırken simgesel tasvirlere ihtiyaç yoktur, insanlar bunu görür duyar ve anlar, ancak iş ruh boyutuna girdiğinde ise ifade edemediklerimizi somutlaştırmak adına, bunları varlık aleminden maddelere farklı anlamlar yükleyerek ifade ederiz ve bunu da Tanpınar'ın romanında oldukça net şekilde gördüğümü zannediyorum. 

Kitap dönem olarak Abdülhamid dönemi ve biraz sonrasında geçer. Burada ilk dikkatimi çeken Osmanlı'da muhafazakar mutaassıp mütedeyyinlik konusunun mahiyetinin kitapta ele alınışı üzerinde son dönemde artık herkesin farkına vararak, Osmanlıyı kendi küçücük dünyalarına hapsetmemesidir. Bid'at olan gelenekle içi doldurulmamış alafranga yaşam tarzını pek çok ruh ve sistem tahlilinde görmek mümkündür. Bu durum belki de bu yazıyı yazmama sebep ve kitabın da yazılış amacını teşkil etmektedir zannımca. 

Ruh tahlili dedim, benim yorumlarım mı yoksa yazarın kapalı üslubunun altında yatan asıl gerçeklerle mi alakalıdır bilmiyorum ama ben bu noktadan pek çok resim gördüğümü zannetmekteyim. Belki de bu çıkarımlar zihnimin bana oynadığı oyunlardan ibarettir. Zaten sayfaları çevirdikçe bana kendi kendimi sorgulatan en önemli durum  zihinsel yanılgıya düşüp düşmediğim arasında gidip gelen bu ruh halimdir. 

Şimdi gördüğüm resimlere gelecek olursak öncelikle "mübarekle" (Saat) işe başlamak istiyorum. Burada tasvir edilenin geçmişten gelen ve sorgulanması dahi yasak tabulardan aynı zamanda da anlamı sonradan yüklenmiş dini mitolojilerden bahsedildiğini zannetmekteyim. Çünkü dede yadigarı, hayatta iyiye ve kötüye dair ne varsa kendisine atfedilen bir saat. Aynı zamanda bozuk olmasına rağmen değerli, ve zembereği çaldığı zamanlarda bir takım olayların gerçekleşeceğine inanılması da tuhaf bir totem olmasına rağmen günümüz insanında dahi bu durumu gözlemlemek, okurun, toplumun bazı davranışlarının altında yatan gerçeği görmesini sağlayarak gülümsetiyor. 

"Baba psikozu"kahramanımızın bu hastalığı yazarın ilginç bir seçimi olmuş doğrusu. Niye böyle bir hastalık diye sorgularken kendinizi gerçekliğin içinde buluveriyorsunuz. Çünkü burada ben, son dönem Osmanlı aydınının ruh halini görmekteyim. Geçmişi bir realite olarak kabul eden fakat sevmeyen (beğenmeyen) onunla barışık olmayan bir yönetim anlayışına sahip yenilik peşinde koşarken kendini de kaybeden bir çaresiz. 

Devam edecek olursam Abdüsselam beyin konağının geçirdiği evrimin Osmanlı Devletinin içerisinde bulunduğu duruma, Hayri İrdal'ın alelade bir Osmanlı vatandaşının ruhi durumuna ve sosyal yaşantısındaki nitel ve nicel kompozisyonun bir yansıması olduğuna, İsprizma cemiyetinin toplum yaşamında var olan batıl inançlara atıfta bulunması, bunların hepsi de zihnimin beni yanıltması olabilir. 

Çağımızın bürokrasi çağı olduğu felsefesi kitabın ana konusu olabilir belkide. Eskiye özlem ve içinde bulunduğumuz perişan hale hayıflanmak yerine ahval ve şerait her ne olursa olsun yine de bir şeyler yapmamız ve yaptıklarımızın da çağa uygun olması gerekliliği çok manidar bir şekilde vurgulanmıştır. Manidar derken şunu kastetmekteyim; bu yapacak olduklarımızın bilimsel yada estetik anlayışa sahip olmasından ziyade toplum tarafından sempati ile karşılanması yeterlidir. Zaten kitabın can alıcı noktası da budur zannımca. Çünkü, Osmanlı vatandaşı mükemmeliyetçi bir anlayışa hakim olduğundan eskinin üzerine daha güzelinin inşa edilemeyeceği inancı sonradan ortaya çıkan rehavet ve tembellikle beraber, yeni şeylere karşı muhafazakar bir duruş sergilemesine yol açmıştır. Bunu da en güzel Necip Fazıl Kısakürek'in "kaba softa, ham yobaz" ifadesinde bulabiliriz. Düşünebiliyormusunuz; zamanlarının en büyük söz sultanları olan "Fuzuli, Baki, Nedim" gibi şairlerden tutunda taşa ruh veren bir "Sinan"ın varlığı insanlara yeni ufuklar açması gerekirken, daha da içine kapanık ve bir şeyi beceremeyeceği anlayışını ortaya çıkarmış. Bu hem bizde hem batı zihniyetine hem dini zihniyete sahip muhafazakar insanlarımızın neyi muhafaza ettiklerini bilmemesinden kaynaklanmaktadır bence. Otomobile binip, gözlük takıp, kapitalist sistemin en büyük sermayesine sahip olma yolunda ilerliyorken kur'anın kendince yorumladığı şeklinin dışındaki hiç bir yaşam biçimini ve yorumunu kabul etmeyen zihniyetle, uçağı düşerken Allah'a yalvaran, bu sene deprem olacakmı ya da haftaya yağmur yağacakmı sorusuna Allah bilir diyen, hadislerin ve İslam alimlerinin yüz yıllar önce insanlığa sunduğu değerleri modern batı değeri olarak sunup, vicdanı, dini ve dini değerleri bir kenara bırakmamızı söyleyen insanlar arasında acaba bir fark varmıdır?

Sözü daha fazla uzatmadan kitabı okumanızı tavsiye eder ve her zaman tüm duyuş ve düşüncelere karşı itidal üzere olmamız gerektiğini hatırlatır, bir şeyler yapma gayretinin mükemmeli ortaya çıkarmasa dahi ruhu dinlendireceği gerçeğini göz önüne alarak dinlenmek üzere çalışmamız gerektiğini herhalde anlamışızdır. 

          

Yorumlar

Popüler Yayınlar